Türk-İslam medeniyetinin atlasının erken dönemini düşünceleriyle biçimlendiren İmam-ı Azam Ebu Hanife, Farabi, İmam Maturidi, Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacib gibi birçok kadim düşünürlerin öğretilerinin yeniden tahlil edilmesine ihtiyaç vardır.
Politik bir sistemin ve güç mücadelesinin unsuru haline getirilen “insan hakları” kavramının insanı, içinde bulunduğu milletten, devletten, sosyal uzlaşmayı sağladığı inançtan, kültür ve medeniyetinden, oluşturduğu sistemin rekabet gücünden kopararak, insanı yalnızlaştıran, korkutan, fakirleştiren bir ortama taşıyabileceğini dikkate alarak insan haklarına “kültür nosyonu” ve “misyonu” ile kendi medeniyetimiz içindeki insan anlayışı ve yaklaşımının köklerinin sağlayacağı katkıyı sunmak gerekmez mi?
İnsanın kendi eylemlerini kendisinin belirlemesi ile Allah’ın takdiri arasında ilişkide “takdir-i ilahi”nin yönetici güç tarafından bir meşruiyet aracı kullanılmasını nasıl yorumlayacağız? “Akıl”ın insana verdiği sorumluluğun boyutları nelerdir?
İnsanın özgür iradesinin doğuştan kazanılmış bir hak olması ile bu hakkı kullanarak seçim ve tercihte bulunmasında “bilgi” sahibi olmanın bireysel ve kurumsal olarak önemi nedir? İnsanın bilgi sahibi olması ve bu bilgiyle özgür iradesini kullanması aynı zamanda insanı sorumlu kılmaz mı?
Allah’ın aklı yaratarak ve onu kullanmayı mümkün kılarak insana yeryüzündeki diğer varlıklara göre üstünlük veren ve onun yeryüzünde halife olmasını sağlayan ilahi özün akıl olduğuna dair İslam düşüncesindeki kabulü toplumlara aktarabiliyor muyuz?
İnsanın ilahi özün taşıyıcısı olması bakımından özgür iradesini yok sayan hiçbir ilkeye dayanmaksızın kendi arzularına göre yükümlülükler koyan ve yaptırımlar uygulayan yönetim anlayışına karşı sorumluluğu nedir, nereye kadardır?
İmam-ı Azamın fıtrat üzerine olma ya da fıtrattan sapmanın her bireyin kendi seçim ve eylemine bağlı olduğu, takdir-i ilahi ve insanın kendi iradesinin birlikte alındığı bir bilinç durumu siyasal hayatta dinin araçsallaştırılmasının önüne geçmede rolü ne olabilir?
“Kara yazgı”nın insanın başına gelen kötü işler değil, kötü durumu kabullenmesi ve kendinde bir seçme özgürlüğüne sahip olmadığına yönelik bir inanca düşmesi olarak anlaşıldığında, insan kendi sorumluluğunun farkında mıdır? Bunun sınırı nereye kadardır?
İmam-ı Azam’ın Emevi yönetimine karşı “kara yazgı”yı bir gerçeklik olarak görmemesi ve özgürlüğe sahip bir varlık olarak karşı durması bunun sonucunda eziyet görmesine rağmen bu kudretini yüceltmemesi bize nasıl yol gösterebilir?
Farabi’nin dinin toplumsal işlevine, Maturidi’nin ise içeriğine yönelik araştırmalarının günümüz İslam dünyasında akıl ile din arasında bağdaşıklığı ve birlikteliği tesis ederek dinin araçsallaştırılmasını ve maddi-manevi sömürü şeklinde çıkar elde edebilmesini ya da başka siyasi çıkarlar amaçlar uğruna hikmetin içeriğinin boşaltılmasını önlemesinin bugün haiz olduğu önemi biliyor muyuz?
İnsan fıtraten sahip olduğu ilahi öz olan akıl gereği faydalı-zararlı, kolay-zor, temiz-pis, iyi-kötü, güzel-çirkin bağlantılarını çözümleme yeterliliğiyle yetkinliğe ulaşabilme yönünde iradesini kullanan bir varlık olarak insanı, özgür iradeyi ister doğal ister teolojik bir belirlenim yasası olsun ontolojik açıdan değersizleştirmesine karşı Maturidi’nin geliştirdiği te’vil yaklaşımını anlayabiliyor muyuz?
İradesini kendi dışında bir yetkenin emrine sunan, ipotek eden insanlar, üzerlerinde onların keyfi olarak hüküm vermesine izin vermesi insanın yaradılış fıtratına uygun mudur? Bu vekâletçi anlayışın etnik, mezhep veya cemaat yapısı içinde tezahürünün aslında İbn-i Haldun’un toplumsallaşma sürecinin ilk görünen düzeyde olan kan asabiyesi olarak ifade ettiği yapıyı yansıtarak toplumsal hayattaki gelişmeyi gözardı etmesinin, değer ekseninden uzaklaşmasının doğurduğu sorunları yaşamadık mı, yaşamıyor muyuz?
İmam-ı Azam’ın ameli bir bilgi temeli(iman) üzerine bina etmesi, dini anlamanın üstün olduğuna, inanç ile eylem arasında uyumun ancak bu ilkesellikle sağlanabileceğine dair yaklaşımını anlamak ve anlatmak gerekmez mi?
İmam Maturidi’nin inanmayı şekle ve görünüşe indirgeyen ve böylelikle riyanın yaygınlaşmasına yol açan görüşlerin karşısında yer almasının önemi ve anlamı nedir? İnsanların eylem hayatına bakarak, onlara iman biçme pozisyonuna girmesinin İslam dünyasında yaşanan en önemli tekfir/ötekileştirme sorununun sadece bireysel değil kültürlere kadar nasıl ulaştığını anlamak gerekmez mi?
İslam toplumunun kendi bütünlüğünü ve devamlılığı kendi içinde “kâfirler” ya da “bidatçiler” yaratarak kazanılır mı? Ayrılmayı değil birleşmeyi, birbirine bağlanmayı nasıl sağlayacağız? Maturidi’nin Kitabü’t Tevhid’te ele aldığı “tevhid” ilkesi bize nasıl yol gösterebilir? (Devam edecek)