Sayın Başkan
Değerli milletvekilleri,
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, milli egemenliğe, millet iradesine ve demokrasiye müdahalelerin ve buna yönelik girişimlerin, darbe süreçlerinin; siyasi, cezai, ekonomik ve hukuki sebep ve sonuçlarının tesbit edilmesini ve demokrasinin kurum ve kurallarının tesis edilmesi için yapılması gerekenleri belirlemek amacıyla bir meclis araştırması önergesi vermiş bulunuyoruz.
Amacımız darbelerin tüm yönleriyle ele alınması, geçiştirilmeden, sembolik olmaktan çıkarak gerçek anlamda araştırılması, demokratik hukuk devletine yakışır bir sorgulama sürecinin başlatılmasıdır. Çünkü millet iradesini yok sayarak milli egemenliğe, demokrasi’ye hukuk dışı müdahaleler, her şeyden önce cumhuriyetimizin yegane dayanağı olan milleti yok saymak anlamı taşımaktadır. Bu nedenle verdiğimiz bu önerge ışığında demokrasi tarihimizde kara birer leke olarak yer eden, milli iradeyi hiçe sayan darbelerin araştırılmasını çok önemsiyoruz. Bunu hem darbelerden en çok zarar gören bir Parti olarak istiyoruz, hem de millet egemenliğine halel getirecek girişimlerin son bulması, bir daha yaşanmaması için istiyoruz.
Bugüne kadar yapılan askeri darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür; görev başındaki seçilmiş meşru yönetimler cebren, şiddet yoluyla ve baskıyla yönetimden uzaklaştırılmış, parlamento feshedilmiş, sendikalar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, demokrasinin olmazsa olması sayılan siyasi partiler bu darbelerin ve müdahalelerin muhatabı olmuşlar, sonuçta demokrasi ve hukuk devleti anlayışı büyük yara almıştır.
Darbeler ve muhtıralar, Türkiye’de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlet mekanizmasında yer bulmasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci sabote eden, özgürlükçü ortamı yok eden, milletin egemenliğini meşru temsilcileri yoluyla kullanmasını engelleyen bir geleneği oluşturmuştur.
Bu durum toplumsal açıdan ülkemizin kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı bir demokratik sürecin tamamlanmasını mümkün kılacak gelişmelerin de önünü kesmiştir.
Bu anlamda söz konusu müdahalelerin gerçekleşmesinden önce toplumsal yapının tahrik edilmesi, toplumsal farklılıkların kaşınması, yaşanan çatışmalar; darbe süreci sonrasında ise işkenceler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler, mağduriyetler sürecinin de araştırma konusu yapılmasını siyasi ve hukuki meşruiyetin bir gereği olarak düşünüyoruz.
Değerli Milletvekilleri,
Ülke yönetiminin demokrasi dışı unsurlarla ele geçirilmesi ve sivil iktidarın yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla hâkim kılınmaya çalışılması demokrasimizin olgunlaşmasını ve kurumsallaşmasını sekteye uğratmış, demokratik kültürün yerleşmesini ve sağlam bir zemine oturmasını engellemiştir.
Biz hangi nedenle ve kime karşı yapılmış olursa olsun, demokrasiye yönelik müdahalelerin reddedilmesi, demokratik kural ve işleyişin sonuçlarından bağımsız olarak savunulmasını öngören bir ahlaki perspektifi bu araştırma önergesinde koymaya çalıştık.
Bunun için de “iyi darbe-kötü darbe” ayrımına karşı çıkmanın bir zorunluluk olduğunu söylüyoruz. Bu nedenledir ki, 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan arasında tercih yapmak yerine topyekûn darbelerin karşısında durmak gibi erdemli ve tutarlı bir yolu tüm siyasi partilerin dikkatine sunmak istiyoruz.
Burada gücün millet egemenliği ve millet iradesi üzerindeki baskısının zaman içinde mahiyet değiştirdiğine de dikkat çekmek istiyoruz. Demokratik hukuk devletine yönelik tehdit odaklarının ve uygulamalarının da aynı sonucu verebileceğini son dönemlerde hep birlikte bir kısım uygulamalar neticesinde gördük.
Şüphesiz hem ordunun siyasete müdahalesi hem de ordu üzerinden siyaset yapmak TSK’nın milletimiz nezdinde güvenilirliğini de zedelemektedir.
Demokrasiye ve millet egemenliğine müdahalelerin siyasal sonuçlar doğurduğu açıktır.
Her bir müdahalenin, yapıldığı dönemde ve sonrasında siyasal bir sonuca yöneldiği ve bu siyasal amaçtan da ayrılamayacağı, ideolojik tercihleri doğurduğu açıktır. Biz bu süreçlerde güç odaklarının ve siyasal aktörlerin etkisinin de ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Değerli Milletvekilleri,
Demokratik yönetimlerin olmazsa olmazı millet egemenliğidir. Cumhuriyetimiz de milli egemenlik temelinde kurulmuştur. Milli egemenliğin millet iradesiyle tesisi demokratik hukuk devleti anlayışıyla mümkündür. Türk Milletinin iradesini yok sayarak milli egemenliğe demokrasi ve hukuk dışı müdahaleler esasen cumhuriyetimizin yegane dayanağı olan milleti dışlamakta ve güvenini sarsmaktadır.
Tam bu noktada Cumhuriyetimizi kuran Milli Kurtuluş savaşımızın amaç ve hedeflerini belirleyen Erzurum Kongresinde alınan kararlardan birine dikkatinizi çekmek istiyorum. Orada : “Kuva-yi Milliye’yi etkili, milli iradeyi hakim kılmak esastır.” Denmektedir. 4 Eylül 1919’da Sivas kongresinde de şu karar alınmıştır: “Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan’ın derhal toplanması mecburidir. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
İşte bu irade Cumhuriyetimizin temel anlayışını ortaya koymaktadır. Bu ilke 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile hayata geçmiş ve 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile resmiyet kazanmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 2 Şubat 1923 İzmir’de yaptığı konuşmada milli egemenliğe yaptığı vurgu da bu anlayışı ortaya koymaktadır. Atatürk orada:
“İnsanlar iradesine sahip olabilmek için behemehal egemenliğine malik olmak mecburiyetindedir. Eğer egemenliğini başkasına kaptırmış ise, iradesini uygulama vasıtası elinde değildir. Ona kim sahip çıkmış ise, artık diğerlerinin egemenlikleri ellerinde değildir. Hepimizin iradesine malik olanın iradesi, yerine kaimdir. Bunun üzerine bütün mütalaaları bir noktada özetlemek lazım gelirse, yok olduğunu, söndüğünü, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplulukların, silinmek ve yok olmak, sebepleri kendi iradelerine malik bulunmamış olmalarıdır. Onun başkaları tarafından zorla alınmış olması veya başkalarına terk ve tevdi edilmiş olmasıdır. Bir sosyal heyet, bir devlet müessesesi, bu yanlışlıklardan yakasını kurtarmaksızın herhangi bir şekilde teessüs ederse etsin herhalde netice itibariyle felakete mahkûmdur.”
“Ve yine yüz yüze çıkmıştır ki millet egemenliğe sahip olmadıkça kurtuluş yoktur.”
“Efendiler, insanlık daima ve daima birtakım zor kullananların karşısında kalmıştır. İnsanlık bütün varlığını daima bu zor kullananların elinden kurtarmak için sarf etmiştir. Bu zor kullananlar bir milletin egemenliğini elinden zorla almış olmasıdır. İnsanlık bazen bu zorbalıkları yıkmış, parçalamış, asmış ve kesmiştir.”
“Arkadaşlar! Egemenlik kayıtsız, şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır. Milletin egemenliği yüzyıllarca devam eden felaketlerden, fecaatlerden, rezaletlerden sonra başı sonu gelmeyen yumruklar altında ezile ezile hurdahaş olduktan sonra idrak ettiği benliğini kullanarak, fakat çok güçlükle elde edilebilmiştir.” Demektedir.
Atatürk’ün bu sözleri milli egemenliğin hiçbir şekilde milletin iradesine aykırı ve kullanılamayacağını çok net bir şekilde gösterilmektedir. Atatürk bunu sadece sözde bırakmamış, bunu savaşın sürdüğü yıllarda bile uygulamıştır.
Kurtuluş savaşı yıllarında dahi mücadelenin lider kadrosu askerlerden oluşmasına rağmen karar alma inisiyatifi her zaman sivillerin oluşturduğu Büyük Millet Meclisinde olmuştur.
Öyle ki, Cumhuriyetin ilanı ve Mustafa Kemal Paşa’nın ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin hemen ardından 19 Aralık 1923’te çıkarılan bir kanunla Meclis üyesi bulunan subayların Meclis çalışmalarına katılması yasaklanmıştır.
Atatürk’ün Minber isimli gazetedeki orduyla ilgili görüşü ise özellikle darbe gerekçesi olarak Atatürk’ü gösteren kesimler açısından ibret vericidir. Atatürk “Şüphesiz ki tek amacı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatanı savunmak olan bu heyet, memleketin siyasetini idare edenlerin verecekleri karara göre faaliyete geçer.” Demektedir. Atatürk’ün bu vurgusu silahlı bürokrasinin siyasi iradeye, yani seçilmişlere tabi olması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
Atatürk’ün bu görüşleri ışığında şu çıkarımı yapmak mümkündür: Elbette Türk ordusu binlerce yıllık bir geleneğin devamı olarak varlığını sürdürmektedir, Türk milleti ordusuna saygı duyar, askeri sever, askerlik mesleğini yüceltir ve onu destekler. Ancak Türk milleti asla ordunun milli savunma dışındaki konularda müdahil olmasını, seçilmiş siyasetçinin askeri bürokrasi karşısında aciz duruma düşürülmesini hoş karşılamaz. Bu anlamda darbelerle muhtıralarla askeri vesayetin milletin iradesi, milletin seçtikleri üzerinde Demokles in kılıcı gibi sallanmasına da karşıdır.
Ancak bütün bu gerçeklere ve tespitlere rağmen özellikle Türkiye’de çok partili hayata geçtikten sonra kimi zaman siyasetin çözüm üretememesiyle, kimi zaman bazı siyasi partilerin darbeci anlayışları desteklemesiyle, kışkırtmasıyla, kimi zaman basiretsiz tavırlarıyla kimi zamanda askerin mevcut siyasi ortamı bahane göstererek darbeler yapılmış ve bu şekilde demokrasi tarihimiz sık sık sekteye uğratılmış, milletin egemenlik hakkının kullanılması ara rejimlerle yönetilme yoluyla engellenmiştir.
Demokrasilerde halkın özgür iradesiyle seçtiği temsilciler, halka karşı sorumludurlar. Kendilerini seçenlere hesap verirler ve seçmenleri tarafından başarılı bulunmazlarsa yine demokratik yollarla işbaşından uzaklaştırırlar.
Oysa ki, ülkemizde nerdeyse her on yılda bir karşı karşıya kalınan sorun, siyaset dışı unsurların siyasete müdahale etmesi ve bu müdahalelerin demokratik siyasetin doğal akışının mecrasını değiştirmesine sebep olmasıdır.
Değerli Milletvekilleri
Bu anlamda askerî darbeler, Türkiye’de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlet mekanizmasında yer almasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci sabote eden, milletin egemenliğini meşru temsilcileri yoluyla kullanmasını engelleyen bir geleneği oluşturmuşlardır.
Bu durum toplumsal açıdan ülkenin kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı bir demokratik sürecini tamamlanmasını mümkün kılacak gelişmelerin de önüne geçmiştir.
Türkiye demokrasi tarihi maalesef aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur.
Siyasi tarihimizde neredeyse her on yılda bir gerçekleşen, kimi zaman muhtıra, kimi zaman darbe, kimi zaman da postmodern darbe olarak nitelendirilen, demokrasimizi inkıtaya uğratan girişimlerin ülkeye verdiği zararları hep birlikte yaşadık. Bu darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür, ancak en çok da demokrasinin olmazsa olması sayılan siyasi partiler darbelerin, müdahalelerin muhatabı olmuşlar en büyük yarayı da onlar almışlardır. Örneğin 12 Eylül döneminde pek çok parti gibi Milliyetçi Hareket Partisi de kapatılmış, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında bu millete vatan aşkıyla bağlı olan ülkücü milliyetçi gençlerden kimisi idam sehpalarında can vermiş, kimisi senelerce zindanlarda kalmıştır. 33 duruşmaya sahne olan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nda 587 kişi yargılanmış, 220 ülkücünün idamı istenmiş, 9 ülkücü genç idam edilmiştir. Bu anlamda MHP bu darbenin ve darbeci zihniyetlerin en büyük mağdurudur.
Biz bütün bu soruşturmalar, idam kararlarını, ölümleri, işkenceleri 12 Eylül’ün beş generalinin yönetime el koymasıyla sınırlı bir hadise olarak görmüyoruz. İki generali yargılamak ise 12 Eylül’ü yargılamak demek değildir. Çünkü bütün bunlar askeri, bürokratik pek çok fail tarafından gerçekleşmiştir. Bu nedenle darbelerle hesaplaşırken, hesaplaşmanın sembolik olmaktan öteye geçmesi için darbeye zemin hazırlayan, darbeyi yapan, darbe zihniyetini sürdüren bütün bir sistemin ve zihniyetin ele alınması kaçınılmazdır.
MHP, milli egemenliğe ve demokrasiye aykırı hukuk dışı müdahalelerin siyasi ve hukuki meşruiyetten yoksun olduğunu her dönemde, her ortamda ifade etmiştir. MHP’nin kurucusu Sayın Alpaslan Türkeş ”En kötü demokrasi en iyi darbe idaresinden daha evladır.” Şeklinde demokrasiye bakışını ortaya koymuştur.
Biz getirdiğimiz araştırma önergesinde bu anlamda yalnızca darbecileri değil darbe zihniyetini ve darbe süreçlerini de ele alan geniş kapsamlı bir araştırmadan bahsediyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinin mağduru olarak 21 Ocak 1993 yılında verdiğimiz araştırma önergesindeki işkenceler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler olmak üzere belirtilen hususların da araştırma konusu yapılması siyasi ve hukuki meşruiyetin bir gereğidir diye düşünüyoruz.
Bize göre bu hususların yargı kapsamı dışında bırakılması ancak ve ancak bu muamelelerin üstünün örtülmesine hizmet eder.
Hatırlarsanız, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği görüşmelerinde Münhasıran geçici 15. Madde ile ilgili olarak MHP sadece kaldırılmasının yeterli olmayacağını, 12 Eylül döneminin tüm sorumlularının cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ile yargı merciine başvurulabileceğini ve açılacak davalarda zamanaşımı süresinin dava sonrası başlayacağını mümkün kılacak önergelerle Geçici 15. Maddenin değiştirilmesini istemişti. Verdiğimiz bu önergeler kabul edilmemişti. Bu önergelerin amacı 12 Eylül 1980 darbesinin yargılanmasını mümkün kılacak bir iradenin tesisi edilerek hukuk labirentleri içinde boşlukların ortadan kaldırılması idi. 12 Eylül 1980 darbesine yönelik olarak başlayan yargılama sürecinde geliştirilen savunma işte bu hukuki boşluklara dayanmaktadır. Eğer Anayasa değişikliği yargılama yönünde somut bir irade koysaydı bu tartışmalar yaşanmayacak ve 12 Eylül 1980 darbesi sürecinin sadece iki şahsa indirgenmesi söz konusu olamayacaktı.
Değerli Milletvekilleri,
Askeri bürokrasi zaman zaman Türk siyasi hayatını tarih boyunca siyasetin sınırlarını zorlayan ve onun alan genişletmesini engelleyen bir parametre olarak da etkisini göstermiştir. Askerî darbeler, Türkiye’de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlete girdi sağlamasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci engelleyen bir geleneği oluşturmuşlardır.
Ancak millet iradesine dayalı demokrasiyi, yalnızca asker-sivil ilişkiler kapsamında irdelemek kafi değildir. Demokrasi üzerinde tehdit oluşturan zihniyetleri yalnızca siyaset dışında aramak ve dikkatleri yalnızca bu yöne çekmek, bu konudaki tarihi tecrübelerimizi göz ardı etmek olacaktır. Bu kapsamda yargının siyasi gücün etkisi altına alınması, medyanın özgürlüğünün önündeki fiili engeller, demokraside denge ve denetim kanallarının tıkanması, eleştiri ve muhalefet imkânlarının fiili kısıtlanması gibi hususların zikredilmesi mümkündür. Toplumsal tercihlerin oluşmasında son derece önemli olan siyasi ve toplumsal muhalefet ve eleştirilerin şu veya bu şekilde oluşturulan “korku tüneli” içine sokulması veya böyle bir algı oluşturmasının da demokratik sürecin sağlığını etkilediği açıktır.
Ülkemizin politik geçmişinin bize kazandırdıkları, tehlikenin yalnızca siyaset dışından değil, yanlış siyaset ve demokrasi algısının da en az darbeci zihniyetler kadar demokrasimize zarar verebileceğini işaret etmektedir.
Muhalefetin yaşamasına ve kendisini geliştirmesine imkân tanımayan ve tahammül göstermeyen sistemleri demokratik parlâmenter rejim, bu anlayış sahiplerini de demokrat olarak tanımlamak mümkün değildir.
Bu itibarla demokrasiyi yaşatmanın yolu sadece dış müdahale kanallarını kapatmaktan değil, bunun yanında diğer siyasal görüşleri de dinlemeyi öğrenmiş, farklı düşüncelerine saygı gösteren, onların da haklı olabileceğine ihtimal veren köklü bir demokratik zihniyet dönüşümünden geçmektedir.
Kendi dışındaki tercihleri yok sayan bu siyasal körlüğün de demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını artık anlamak ve bilmek gerekmektedir.
Onun için, burada esas olan “ele geçirme” psikolojisinden sıyrılmak, “olursa benim olsun ve benin dediğim olsun” zihniyetinden bir an önce arınmak olmalıdır.
Bütün müdahale arayışları demokratik siyasal sisteme olan güvenin zayıflaması ile artacak ve toplumsal destek bulacak; demokrasiye olan inancın artması ile son bulacaktır.
Bu nedenle milletimiz nezdinde siyasî sisteme karşı duyulan güvensizliğin tohumlarını ekmekten; itici, uzaklaştırıcı, aşağılayıcı tavırlardan kaçınmak siyasetçinin temel görevleri arasında olmalıdır.
Demokrasiye ve millet egemenliğine müdahalelerin siyasal sonuçlar doğurduğu açıktır. Her bir müdahalenin, yapıldığı dönemde ve sonrasında siyasal bir sonuca yöneldiği ve bu siyasal amaçtan da ayrılamayacağı, ideolojik tercihleri doğurduğu açıktır. Darbe ve müdahalelerle siyasi partilerin dayandığı temel siyaset anlayışına karşı toplumsal yöneliş başka aktörlere yöneltilmiş ve bu aktörlerin siyasal dönüşümüne zemin hazırlanmış veya bu dönüşüm amaçlanmıştır. Bu süreçlerde siyasal aktörlerin etkisi ele alınmalıdır. 1960, 1980 ile 28 Şubat süreci gibi darbe ve müdahaleler sonucu oluşan yeni siyasal yapılanmanın doğurduğu sonuçların ve dönüşümün etkisi incelenmelidir.
Darbelerle, muhtıralarla siyaset hayatının oluşturduğu ana mecralar kesintiye uğratılmış, siyasi partilerin tecrübeleri yok sayılmış, halkın tercihleri köklü ve tecrübeli siyasi hareketler yerine konjonktürel partilere yönlendirilmiştir. Böyle bir yapısal gelişme demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri etkilemiş, siyasi partilerin halkla kurumsal ilişkilerinin ve halka karşı sorumluluğunun yerine, daha dar alanda kişisel veya grupsal sorumluluklar etkin olmuştur. Böylesine bir durum, seferber edilen seçmen kitleleri oluşturmaya yönelik bir siyaset anlayışını da doğurmuştur.
Bu anlamda 28 Şubat süreci sonrasındaki siyasi yapılanmalar, 27 Nisan sonrasında 4 Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de yapılan görüşmeler müdahalelerin ve müdahale girişimlerinin mahiyetini ortaya koyabilecektir.
Demokratik süreç ve yönetim anlayışına yönelik müdahalelerin sadece ülke içinde güç paylaşımı arayışından kaynaklanmadığını, aynı zamanda bu süreçlere dış unsurlarının etkisinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz.
. 12 Eylül öncesinin Soğuk Savaş şartlarında, Türkiye’nin stratejik pozisyonu, dönemin küresel iki bloğunun karşılaşma arenası ve oyun sahası olması ülkemizin sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamıştır.
12 Eylül 1980 darbesini “bizim çocuklar” diyerek algılayan dış çevrelerin uluslararası güç dengesi içinde Türkiye’yi içindeki güçlerle kontrol etme amaçlarının araştırmaya konu süreçlerden arındırmak mümkün değildir. Şüphesiz böylesine bir etkinin zaman içinde hangi aktörler tarafından üstlenildiği de önemlidir.
Demokrasiye müdahalelerle ilgili olarak ele alınması gereken hususlardan biri de son dönemlerde dava konusu da yapılan çeşitli planların varlığı hususudur. Yargı süreci devam etmekle beraber söz konusu darbe planlarının da araştırma konusu yapılması kaçınılmazdır. Sivil siyasete müdahaleye yönelik söz konusu planların ortaya çıkmasının demokratik tercihleri asker-sivil fay hattına yönelttiği ve siyasi bir malzeme olarak kullanıldığı açıktır. Demokrasi tarihimizde müdahale ve muhtıraların oluşmasına etkin olan unsurlar ile bunların sonucu ve etkisi somut olarak görünürken, son dönemde söz konusu olan, varsa, ele geçen müdahale planlarını sonuçsuz bırakan sürecin ve buna etken olan hususların tesbiti, demokrasiye müdahalenin olduğu kadar, müdahale girişimlerinin önlenmesini sağlayan sebeplerin ortaya çıkarılmasına yardımcı olacaktır.
Değerli milletvekilleri,
Türk devlet felsefesi, milli bütünleşme ve milli demokrasi ülküsüne dayanır. Demokrasi milletin, siyasi, kültürel ve iktisadi yönetime katılması, siyasi, kültürel ve iktisadi hâkimiyetin millete ait olmasıdır. Demokrasinin kökleşmesi ve gerçek anlamıyla milli egemenliğin tesisi ancak ve ancak böylesine bir yapı içinde mümkün olabilir.
Biz MHP olarak, demokrasiye müdahale süreç ve sonuçlarının sağlıklı sorgulanması sonucunda demokratik hukuk devletinin tesisi için şu hususlara dayalı bir siyasetin hakim kılınmasının gerekliliğine inanıyoruz.
1. Her şeyden önce millete rağmen Türkiye’ye hükmeden eski-yeni egemen blokun oluşturduğu anti-demokratik ve gerçek anlamıyla cumhuriyetimizin dayandığı milli egemenlik ve bağımsızlık vasıflarını dejenere eden yapının tasfiye edilmesini sağlayacak ve etkin bir hukuk devletini inşa edecek köklü bir demokratikleşme programı birinci derecede önemlidir. Bireyin tercihlerini ve düşüncelerini savunacak mekanizmaların ve örgütlenme modellerinin oluşması demokratikleşmeyi içselleştirecektir.
2.Türkiye’nin yüzyıldır bocaladığı kalkınma meselesini çözecek, toplumsal enerjisi ile ekonomik potansiyelini harekete geçirecek, böylelikle büyük kalkınma hareketini başaracak yeni bir kalkınma programı uygulamak gerekmektedir.
3.Türkiye’nin batı karşısında güdümlü-bağımlı ilişkilerini yeniden, temelden ele alarak, batıyla karşılıklılık ve hakkaniyet esasında onurlu bir dışı ilişkiler konseptini inşa etmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Avrasya perspektifi etrafında kendi ‘tarihsel coğrafyasında’ yeni bir dışı siyasete açılımını gerçekleştirmek mecburiyeti vardır.
Bütün bu hususlar demokrasimizin sağlam bir şekilde tahkimi için gereklidir. Şüphesiz ki, geçmişi değiştirmek, onun acılarını telafi etmek, darbe ve muhtıraların kurbanlarını veya kaybettiklerini geri getirmek t mümkün değildir. Ancak önceki kuşakların yapamadığını yapmak, çocuklarımıza özgür, adil ve insanca yaşayabilecekleri bir hukuk devleti bırakmak mümkündür ve zorunludur.
Darbelerden kurtulmak, insan haklarına dayalı demokratik bir rejim kurmak ve kurumsallaştırmak, her şeyden önce demokrasiye inanan bireylere, sivil toplum örgütlerine ve siyaset kurumuna ve çok boyutlu ve tutarlı bir mücadeleye bağlıdır.
Bugüne kadar yaşanan darbeler, muhtıralar, demokrasi dışı müdahaleler ülkemize ve milletimize büyük acılar yaşatmış, toplumun her kesiminden insanlar bu müdahalelerin mağduru olmuşlardır. MHP olarak biz bu süreçlerin toplum ve devlet hayatımız üzerinde meydana getirdiği tahribatın ortaya konulması, maddi ve manevi zararların ve hak ihlallerinin bütüncül bir şekilde araştırılması ve müdahalelerle karşı karşıya kalınmaması, gerekli tedbirlerin alınması için Meclis Araştırması yapılması amacıyla bu önergenin gündeme alınıp bir Araştırma Komisyonu kurulmasını istiyoruz.