Zülfü Livaneli’nin paranın veya sermayenin sağın silahı olduğu tespiti, klasik sol söylemin bir yansımasıdır. Ancak günümüz dünyasının karmaşık sosyoekonomik ve siyasal yapıları göz önüne alındığında, bu tespit tarihin belli bir döneminde geçerli olsa da günümüzde mutlak doğruluğunu yitirmiştir.
ABD’de Demokrat Parti, geleneksel olarak sol eğilimli olarak kabul edilse de, günümüzde büyük sermayenin önemli bir bölümünün desteğini almaktadır. Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft gibi teknoloji devleri ve bunların yöneticileri sıklıkla Demokratlara bağış yapmakta, kampanyalarını desteklemektedir. Bu sermaye çevreleri göçmen hakları, çevre gibi sosyal olarak “ilerici” pozisyonları savunabilirken, ekonomik açıdan serbest piyasa yanlısı kalabilmektedir. Yani burada görülen şey, “kültürel sol – ekonomik sağ” sentezidir. Bu da sermayenin her zaman geleneksel sağa bağlı olmadığını gösterir.
Türkiye’de özellikle son yıllarda büyükşehirlerde yaşayan yüksek gelirli, iyi eğitimli, seküler kesimlerin bir bölümü sosyal olarak “sol” ya da “muhalif” eğilimlere sahiptir. Ancak bu kesimlerin ekonomik çıkarları genellikle piyasa düzeninin devamını ister. Yani ekonomik olarak liberal, kültürel olarak sol bir eğilim söz konusudur.
Ayrıca Türkiye’deki iş dünyasının bazı kesimleri (örneğin TÜSİAD çevresi), demokratikleşme ve hukuk devleti gibi solun savunduğu talepleri zaman zaman desteklemekte; bu da sermaye ile sol arasında koşullu bir yakınlaşma yaratabilmektedir. Günümüzde büyük sermaye, artık net biçimde “sağcı” ya da “solcu” olarak sınıflandırılamaz.
Sermaye artık; -Kimi zaman sağcı otoriter rejimleri destekler (Çin’de otoriter devlet kapitalizmi gibi), -Kimi zaman kültürel olarak sol görünen hareketlerle (eşitlik, çevre, çeşitlilik) bütünleşebilir, -Kimi zaman da tamamen apolitik görünerek, yalnızca çıkarlarına hizmet eden istikrar ortamını destekler. Bu da sermayenin ideolojik değil, pragmatik davrandığını gösterir. Dolayısıyla sermayeyi doğrudan “sağın silahı” ilan etmek, bugünkü gerçeklikle tam örtüşmez. Günümüz bağlamında ise eksik bir tanımdır: Sermaye artık sadece sağın değil, kültürel olarak sol ama ekonomik olarak neoliberal yapılara da entegredir. Bu nedenle Livaneli’nin tesbiti, kavramların dönüşümünü ve güncel çoklu gerçeklikleri dikkate almadığı için kısmi, nostaljik ve romantik kalmaktadır.
Modern dünyada sermayeyi bir ideolojinin “silahı” değil, çok yönlü bir güç kaynağı ve çıkar aygıtı olarak değerlendirmek daha isabetli olur. Marx ve Engels’in “Komünist Manifesto”da dile getirdiği “Bütün dünyanın proleterleri birleşin!” sloganı, ulus-devlet sınırlarını aşan bir sınıf dayanışmasını savunuyordu. Bu yaklaşım, milliyetçiliğin işçileri böldüğü ve aslında çıkarlarının tüm dünyada ortak olduğu varsayımına dayanıyordu. Dolayısıyla işçi sınıfının vatanı değil, sınıfı ve ortak mücadele hattı vardı.
Günümüzdeki Durum ise Sermayenin Vatanı Yoktur: Sermaye sınırsız, mobil, küresel… Günümüzde finans kapital, üretim, teknoloji, medya ve veri devleri ulus-aşırı bir yapıya sahiptir. Google, Amazon, BlackRock, Nestlé, Shell gibi şirketlerin tek bir ulusal aidiyeti yoktur; çok uluslu yapıdadırlar. Vergi cennetleri, off-shore hesaplar, yatırım fonları ve dijital ekonomi sayesinde sermaye hiçbir yere bağlı kalmaksızın dolaşabilir. Bugünün gerçekliği şudur: Sermaye milliyetsizleşmiştir. Bu da ulusal ekonomileri küresel sermaye karşısında kırılganlaştırmaktadır. İşçiler ise millileşmiş durumda: İşçiler sınırlı, millî kimlikli İşçiler hâlâ ulusal yasalar, vatandaşlık, sendikal düzenlemeler, sosyal güvenlik sistemleri ile tanımlanır. Bir Fransız işçisi ile bir Bangladeşli işçinin çalışma koşulları farklıdır, dolayısıyla çıkarları her zaman örtüşmez.
Ayrıca günümüzde birçok işçi, milliyetçi veya yerli-milli söylemlerle kendini ifade etmektedir. Göçmen karşıtlığı, işçi milliyetçiliği ve yerli iş gücünü koruma söylemleri birçok ülkede işçi sınıfının siyasal eğilimlerini şekillendirmektedir. Yani artık işçiler millî kimlikler temelinde örgütleniyor, sermaye ise küresel düzlemde hareket ediyor. Aslında Livaneli’nin ifadeleriyle bireyi maddi çıkarlarla rasyonel karar veren sadece homo-ekonomikus görüp onun kültürel aidiyetlerini tanımayan söylemler toplumsal çoğunluğa erişecek rekabetçi bir siyaset oluşturulamaz.
Çalışanlar ilişkisi sadece materyalist bir tasavvurdan ibaret olan tek boyutlu sınıfsal değil, toplumsal olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sınıfsallandırma aslında hegemonik ilişkinin aracıdır. Oysa milliyetçiliğin dayandığı millet egemenliğinin gerçek anlamıyla tesisi hegemonik ilişkiyi red eder.
Milliyetçilik hegemonik bir ilişki yerine dayanışmayı adil paylaşımı öngörür. Milliyetçiliğin sınıfsal yapıları ve sınıf çatışmalarını göz ardı edebilmesinin ardında yatan temel neden, milleti aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk olarak görmesidir. Hem vatan hem de kültür, milliyetçi ideoloji tarafından-toplumsal konumlar, sınıfsal yapılar ve ekonomik farklılıklar açısından değil de- milli olarak tanımlanmaktadır. Bu türden bütüncül bir anlayış, milliyetçilere, elde etmek istedikleri amaçların bütün toplumun amaçları olduğu iddiasında bulunmalarına imkân sağlamaktadır.
Böylece, milliyetçilerin hedefleri, toplumun ortak çıkarı haline gelmekte; toprak sahipleri ve köylüler, sermaye sahipleri ve işçiler gibi toplumsal sınıfların belirli amaçları milli amaç ve hedeflerin gerçekleşmesi çerçevesinde değerlendirilmektedir.